İster “Adliye işi haline getirilmiş polisiye siyaset” anlamında, isterseniz “Parlamento kararı haline getirilmiş hükümet stratejisi” olarak kavrayın, 2012 yılını “Hukuk” açısından hatırlamanın konusu yapmak, yeni yıl hazırlıklarımız açısından kullanışlı kabul edilebilir.
Bu hat üzerinden geriye doğru bakarken, halkların adalet arayışının da -hukuka paralel olmadığı halde-, zaman zaman onunla kesişen izleri belirgin hale gelecektir.
Zira 2012, siyasal alanın hukuk tarafından mülk edinilerek daraltılması çabalarının geldiği nokta açısından uzun yıllar hatırlayıp atıf yapacağımız bir yıl oldu.
Açılış, 6 Ocakta mütekait Genel Kurmay Başkanı İlker BAŞBUĞ’un tutuklanarak hapishaneye gönderilmesiyle yapıldı. Sayıları yüzelliye yaklaşan emekli ve muvazzaf general/amiralin üstüne, bu düzeyde tutuklamanın cumhuriyet tarihinde ilk olması bir yana, “İnternet Andıcı” davası, ordunun tedip ve terbiyesinde yargısal müdahalenin Ergenekon ve Balyoz davalarının aksine, AKP’nin birlikte ve görece sorunsuz çalıştığı askeri kadroya da sirayet edebileceğini göstermiş oldu. Elbette meşhur 27 Nisan muhtırasının sahibi general Büyükanıt’ın, sebebi “mezara kadar” açıklanmayacağı söylenmiş dokunulmazlığının istisna olarak korunmaya devam ettiği bilgisiyle birlikte…
2011 Aralığından devraldığı Roboski soruşturmasını henüz ne yargısal ne de hukuksal açıdan ilerletebilen rejim, o günlerde hava kuvvetleri komutanından MİT müsteşarına ve elbette sınır ötesi bombalama emrini doğrudan verdiği tahmin edilen başbakana kadar sorumluluk/özür tartışmasına başlamak üzereydi ve hükümet asker ilişkilerinin beklenenden çok daha güçlü yeni bir konsepte sahip olduğu hissedilmeye başlanmıştı.
Yılı bitirmeden tartışma konusu hava kuvvetleri komutanının “şeref” madalyası alışını, müsteşarın sonsuz dokunulmazlığa kavuşmasını ve başbakanın kendi söylediğini yapmış olmak kaydıyla “tek bir başçavuştan” bile vazgeçmek niyetinde olmadığını öğrenmiş olacaktık.
31 Ocakta Kırıkkale Mühimmat Ayırma ve Ayıklama Tesisinde meydana gelen 4 işçinin yaşamını yitirdiği patlama ve 5 Ocakta Afyonda Lojistik Mühimmat Depo Komutanlığında 25 askerin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan patlama üzerine açılan soruşturmalar ile ilgili tartışmalarda başbakanın tercih ettiği polemik tarzı, ordunun yeni hamisine işaret etmekteydi.
Asker 22 Haziran 2012 de bir kere daha soruşturma ve siyasal polemik konusu oldu ki bu da uluslar arası bir hukuk ihlali tartışması olan F-4 Phantom uçağının Suriye hava sahasını ihlali ve düşürülmesi olayıydı.
2012’nin asker hatırası fotoğrafı; 21 Eylülde aralarında eski kuvvet komutanlarının da bulunduğu 325 sanığa Balyoz davasında verilen ve 20’şer yıla varan hapis hükümleriyle, başbakanın Roboski savunması birlikte değerlendirilerek okunmalıdır. Ağır hapis cezalarının ve süren tutukluluğun sopası bir eldeyken; ordunun yeni hamisi olarak “teşekkür eden ve koruyan” başbakanın havucu diğer elde sallanarak, ordunun ıslahı ve yeni rejime bağlanması öyküsünde önemli yol alındığı görülmektedir. Yıl içerisindeki yasal düzenlemeler sırasında, askeri harcamaların denetimden kaçırılmasına izin veren istisnanın geliştirilerek korunması havucun, Mardin’in Derik ilçesinde 1993-94’te katledilen 13 köylüyle ilgili dönemin Derik Jandarma komutanı muvazzaf general Musa Çitil hakkında açılan davanın 11 Ekim 2012 tarihli ilk duruşması sopanın versiyonlarından sayılabilir.
Elbette bu fotoğrafa 10 Ocakta “12 Eylül Darbesi” hakkında Evren ve Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamenin Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabulü de girmelidir. Yıl boyunca süren davada, duruşma salonundaki karıştır-barıştır ve hastaneden telekonferans yoluyla alınan ifadeler de dâhil olmak üzere birçok popüler an yaşandı. 12 Eylül davası, generallerin faşist darbenin halka karşı işlediği suçlardan değil sadece “anayasal düzeni silah zoruyla değiştirme” eyleminden yargılanmaya çalışılacaklarının anlaşılmasıyla sönümlenecek gibi görünüyor. Çağdaş Hukukçular Derneği’nin davadan çekilirken yaptığı tarifle söylersek “…Hala 12 Eylül rejiminin içerisindeyiz”
12 Ocakta Diyarbakır Suriçinde yapılan kazı sırasında karşılaşılan kemiklere ilişkin soruşturma gerçeğin iki önemli yüzünü ortaya koydu, bilimsel ve tarihsel. Muhtemelen Diyarbakır Ermenilerine ait yüz yıllık bir mezarlığın bilinmeyen bir zamanda imarlı arsa elde edilme çabaları sırasında toplu mezara dönüştürülüp tasfiye edildiği bilimsel gerçek. Ancak ikincisi, soruşturmacıların kendileri de dâhil olmak üzere herkesin 90’lar Diyarbakır’ında JİTEM merkezi olarak kullanılmış bu binanın bahçesinde katliam mağdurlarının bulunabilmesi ihtimalini ne kadar güçlü gördükleriydi ki; bu da tarihsel olanıdır.
16 Ocakta Hrant DİNK’in katledilmesine ilişkin yargılamanın sonuna gelindi. “Abi” polis muhbiri Erhan TUNCEL’in beraat ve tahliyesi bir yana, davanın stratejisini “AKP’nin geçmiş devletle hesaplaşma potansiyelini” umuda çevirmiş olan kesimler açısından ağır bir hayal kırıklığı yaşandı. Yıl bitmeden, beraat etmiş Abi’yi istihdam eden sürecin kilit isimleri iki polis müdürünün rejimin en değerli polis bürokratları olarak kalacağını, Hrant’ın meşhur “Türklüğe Hakaret” davasını tiksindirici bir itirafla okumadan onayladığını açıklamış olan yüksek mahkeme daire başkanının ise devletle yaşayacağımız sorunların Ombudsmanı olarak yemin ettiğini de görerek çevrimi tamamladık. 20 Şubatta tamamlanacak Devlet Denetleme Kurulu Raporu ise suikastın önlememesini “Ağır Hizmet kusuru” olarak tanımlayacaktı.
26 Ocakta, Cumhurbaşkanı’nın 5 yıllığına halk tarafından seçilmesini öngören Cumhurbaşkanlığı Seçimi Kanunu Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. O sırada henüz tam olarak farkında olmamakla birlikte bu yasanın siyasal yaşantımıza ağır etkileri olacağı görüldü. Başbakan’ın halkın seçeceği “başkan” yahut “partili cumhurbaşkanı” olabilmek üzere hiç vakit kaybetmeden yeni ve sert bir tarz geliştirmeye karar verdiği anlaşılacaktı. Kürtaj’dan, İdam’a, 4+4+4’den Suriye işgaline kadar her meseleyi % 51’i garantileyecek ikili bölünme ve sert milliyetçi ayrışma üzerinden okumaya karar vermesi, arkasındaki hazırlıksız yakalanan Liberal desteği önce şaşırtıp sonra da tasfiye etti. Taraf gazetesinin yıl bitmeden çöküşü bu gerçeğin yalın bir ifadesi gibi durmaktadır. İki partili anglo-amerikan klasiği olan bu taktiğin ne ölçüde tutacağını 2013-2015 seçim/referandum kuşağı gösterecek elbette.
Şubat Ayı “Dev-Yol” ana davasının zamanaşımından düşmesiyle başladı. 2010 Aralığında yine zamanaşımından düşen “Devrimci-Sol” ana davası ile birlikte düşünüldüğünde, yerlerini yeni dönemin toplu ve büyük davalarına bırakan bu iki büyük muhalefeti hizaya getirme saldırısının, rejim açısından beklenen sonucu vermediğini kabul edebiliriz.
Yıl içerisinde meydana gelmiş bazı kritik yargısal gündemlerin listesine kısaca göz atarsak;
8 Şubatta meydana gelecek MİT krizinin hemen öncesinde verilerek gözlerden silinen Pamukova tren kazası kararı çıktı. Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesi 41 ölümün sorumlularını bulamadan davayı zamanaşımından düşürdü. Ulaştırma bakanı hala kabinenin gözdelerinden. Hızlı ve hızlandırılmış tren projelerine de tam gaz devam ediliyor elbette.
Özel yetkili Savcı Fikret Seçenin Mit Müsteşarı Hakan FİDAN ve Eski Müsteşar Emre TANER ile eski müsteşar yardımcısı Afet GÜNEŞ’i Oslo sürecine ilişkin –herhalde-KCK şüphelisi olarak ifadeye çağırması bir anda gündeme düştü.
16 Şubatta Cumhurbaşkanının onayıyla yürürlüğe girecek MİT personelinin yargılanabilmesi için başbakanın iznini gerektiren yasaya ve başbakanın izin vermeyeceğinin anlaşılmasına kadar elbette savcının bu talebine cevap veren olmadı.
Başbakanın bizzat kendisine yöneldiği anlaşılan bu hamleye cevap olarak 15 Şubatta İstanbul Emniyetinde bu işi hazırladığı kabul edilen ikisi Şube Müdürü 9 polis görev yerlerini kaybetmiştiler.
Başbakan henüz bu hafta “İmralıyla görüşmeye devam ediyoruz” derken, İmralıyla görüşmekten tutuklu onlarca avukatın davası da yıl içerisinde iki duruşma yapılarak bütün anlamsızlığıyla sürüyor.
Şike davası birkaç kez değiştirilen yasal düzenleme ve 14 Şubatta tutuklu başlayan 93 sanıklı davasıyla kimin kimi hizaya getirmeye çalıştığının anlaşılamadığı bir başlangıç yaptı. Ancak hem Mit krizinde hem de şike davasında sık sık cemaat-hükümet çelişkisi ve başbakan-cumhurbaşkanı gerginliğine atıf yapıldığını ve bu atıfların yıl boyu sürdüğünü söyleyebiliriz. Yıl bitmeden sansasyonel tutukluluklar sona erdiyse de davaya devam ediliyor.
Anadilde sorgu ve savunma talepleri ile gündeme gelen KCK davaları, soruşturmaları, gözaltı ve tutuklamaları yıl boyunca devam etti. Sendikacılar, Gazeteciler, Avukatlar ve Öğrenciler tutuklu. Belki 20 Şubatta Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin verdiği bir onama kararına atıf yapmak önemli görülebilir. Daire ilk defa KCK’yi terör örgütü olarak kabul eden bir kararı gerekçeli olarak onayladı ve sürece ilişkin görüşünü böylece alt derece mahkemelerine duyurmuş oldu. Diğer yıllarla kıyaslandığında inanılmaz sayıda BDP üye ve yöneticisinin tutuklanmış olması bu yılın bir başka belirgin özelliği.
Adana Pozantı hapishanesinde kalan çocuklara yönelik cinsel saldırı ve istismara ilişkin soruşturma da şubat ayının son önemli gündemlerindendi. AKP iktidarının seleflerinden farklı ve etkili bir soruşturma iradesine sahip olmadığı bir kere daha anlaşıldı. Yıl boyunca süren cezasızlık ve kamu görevlilerinin kayırılması dosyalarına bir dosya daha eklendi.
Daha uzun yıllar konuşulacak gibi duran 4+4+4 adıyla bilinen zorunlu eğitimin kademeli olarak 12 yıla çıkarılması yasasının 30 Martta parlamentoda kabul edildiğini, 25 Nisan’da uzun yıllardır tartışılan ve daha önce anayasa mahkemesi tarafından iptal edilmiş orman vasfını yitirmiş hazine arazilerinin satışını öngören kanunun cumhurbaşkanınca onaylandığını, 6 Aralıkta Resmi gazetede yayınlanacak “On üç ilde Büyükşehir Belediyesi” kurulmasına ilişkin kanunla birlikte son derece yapısal kanunlaştırmaların yıl içerisinde gerçekleştiğini hatırlatabiliriz.
25 Haziranda Suriye ile uluslar arası hukuka dayalı sınıra yaklaşma angajman kurallarının değiştirildiğinin açıklanması, 4 Ekimde TBMM tarafından hükümete Suriye’ye yönelik askeri operasyon yetkisi verilmesi ve sayıları 150 bine yaklaşan mülteci istihdamı ile her adımda savaşa yaklaştığımız bir yıl oldu. Henüz yıl bitmeden Gaziantep ve Maraş’a yerleştirilen füzeler ile sınırı eleğe çevirmiş devlet destekli “İslamcı mücahitler” de eklenirse sorunun geldiği nokta daha da iyi görülebilecektir. Elbette TC Anayasası’nın ve Uluslar arası hukukun “sınırlar ve komşuluklar” hakkındaki düzenlemelerinin çoktan yok varsayıldığı ve önemli ölçüde çiğnendiği de hukuksal bir tema olarak görülebilir.
Hapishaneler çeşitli nedenlerle gündeme geldi. Pozantı ahlaksızlığının yanı sıra 16 Haziran’da Şanlıurfa E Tipi Kapalı Cezaevinde çıkan yangında 13 tutuklu/hükümlü yanarak öldü. 12 Eylül Eylülde başlayarak 18 Kasım’a kadar KCK davaları tutuklu ve hükümlülerinin sürdürdüğü açlık grevi ise ana dilde sorgu vermeyi sınırlı da olsa tanıyan bir düzenlemenin hükümet tasarısı olarak parlamento komisyonuna sunulmasıyla sonuçlandı. Sürecin Öcalan’ın dileğiyle sona erdiğinin açıklanmasının, İmralı’nın siyasal etkisinin azaldığını savunan kesimleri haksız çıkardığı değerlendirmeleri yapıldı.
Elbette tüm F Tipi hapishanelerde tecrit ve tretman ağırlaşarak devam etti, İnfaz Yargıçlıkları binlerce kabul edilemez karar imza attılar ve Hapishane katliamlarına ilişkin davalar yeni suçları ve suçluları kamuoyuna duyurarak sürdü.
Osmaniye ve yeni açılan Aliağa/Şakran hapishanelerindeki uygulamalar protestolar ile karşılanmasına rağmen yargısal bir işleme konu edilebilmesi henüz mümkün olmadı.
Madımak katliamına ilişkin Sivas ana davasının uzantılarından birisi 13 Martta karara bağlandı. Zamanaşımından düşen davada, insanlığa karşı suçların zamanaşımına tabi olmaması ile ilgili tartışma ve mahkemenin bu hususa atıf yapan düşme kararı dikkat çekici sayılabilirdi. Mahkeme insanlık suçu olgusunu kabul etmekle birlikte, sanıkların kamu görevlisi olmamasını dikkate aldığını belirtti.
Elbette bir önceki yıldan miras alınarak görülen davalar devam etti, Cizre kontr-gerillasının yargılandığı davada korucubaşı Kamil ATAK’ın tahliyesi, 16 Nisan’da Mehmet AĞAR’ın 5 yıl hapis cezasının onaylanarak kendisine özel tadil edilmiş bir cezaevinde ziyaretçilerini kabule başlamış olması, 16 Ağustosta Şemdinli’de meydana gelen yol kesme ve akabindeki sohbetin, dokunulmazlıkların kaldırılmasını da içeren bir ceza soruşturmasına dönüştürülmesi akılda kalan önemli olaylardan.
Başladığımız yerden bitirirsek, 2012 yılı kamu görevlilerinin işlediği suçlarda cezasızlık ve korunmanın sürdüğü, Toplantı ve gösterilere yönelik ağır polis saldırılarının hükümetçe desteklenip sokağın ıssızlaştırılmaya çalışıldığı, ülke siyasetinin büyük dava ve tutuklamalarla hukukun mülk edinici saldırılarına maruz bırakıldığı bir yıldı.
Yıl içerisine yayılmış kadına yönelik şiddet davalarının sorunun büyüklüğünü anlamaktan uzak ve çözümsüz ilerlemesi sürerken, yeni saldırılar dikkat çekici bir biçimde arttı.
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonuna yıl içerisinde gerçekleştirilen ağır soruşturma, kovuşturma ve tutuklama saldırıları, Grup Yorum üyelerine yönelik tutuklamalara eklenen “ev hapsi” adli kontrol kararları, Engin ÇEBER’in hapishanede katledilmesine ilişkin davada cezaların azalarak yumuşatıldığı kusurlu yeni karar, Çağdaş GEMİK’in Antalya’da polis tarafından katledilmesi davasında verilen kabul edilemez Yargıtay bozma ilamı, yılın dikkat çekici yargısal zararlarından sayılabilir.
Halkların adalet arayışı ise, hukukun kendisi için hazırladığı ve siyasal bir sosla önüne koyduğu yargı süreçlerini çok da ciddiye almadan, sokaklarda, mahallelerde, mitinglerde ve mücadelede sürüyor. Elbette, olması gerektiği gibi.
Kaynak: Av. Selçuk Kozağaçlı (Birgün Gazetesi)