8 Haziran’da faşizme geçişi frenleyecek bir tablo da çıkabilir. Sadece “frenlemek” dahi çok önemli bir kazanım olacaktır. Durdurmak ve geriletmek sonrasının işidir
Aşağıdaki yazının ilk bölümü, Ağustos 2014’te Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesinden hemen sonra Birgün’de çıkmıştı.
7 Haziran seçimleri için de anlamlı olduğunu düşünüyorum ve tekrar yayımlıyorum.
***
Türkiye’den değil, 166 yıl önce Fransa’da yapılan seçimlerden söz edeceğim.
Hatırlatalım: Şubat 1848 devrimi, Kral Louis Philippe’i devirir; İkinci Cumhuriyet’i kurar; (kadınları kapsamayan) genel oy hakkı kabul edilir. Nisan sonrasında Ulusal Meclis seçimleri yapılır. Napoleon’un ihtiraslı, iddialı yeğeni Louis Bonaparte sürgünden döner; Meclis’e seçilir. Meclise burjuva partileri egemen olur. Şubat devriminin işçi sınıfına getirdiği kazanımların tasfiyesi başlatılır.
Paris işçileri Haziran’da ayaklanır. Ayaklanma binlerce kişi öldürülerek bastırılır. 10 Aralık 1848’de Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılır. Paris işçilerinin katili General Cavaignac, aday olacak; oyların yüzde 74’ünü kazanan Louis Bonaparte karşısında ağır bir yenilgiye uğrayacaktır.
***
Karl Marx 1848-1851 yıllarını Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i başlıklı yapıtında inceledi. Ben de bu yazıda, Marx’ın bu dönemdeki seçimlere ilişkin yorumlarından aktarmalar yapacağım. Konuyu kavramak için elbette özgün yapıt okunmalıdır. Ayrıca bu yapıtın ve dönemin mükemmel bir çözümlemesini, Cem Eroğul arkadaşımız Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu (Yordam Kitap) başlıklı derlemede yapmıştır.
Marx önce Ulusal Meclis seçimlerini yorumluyor: “Paris proletaryası [Şubat devrimi ile] açılan geniş ufukların ve toplumsal… tartışmaların keyfini çıkarırken, toplumun güç odakları bir araya geldi; durum muhasebesi yaptı ve ulusun, köylülüğün, küçük burjuvazinin saflarından hiç beklemediği bir destekle karşılaştı… [Seçimler sonunda] toplanan Ulusal Meclis de ulusu temsil ediyordu ve Şubat… devriminin sonuçlarını burjuva boyutlarına dönüştürmeyi üstlenecekti. Paris proletaryası derhal kavradı ki Ulusal Meclis, ulusun ruhunu [içeren]… bütüncül yapısı [ile] proletaryayı tehdit ediyordu. Bu yüzden öğelerine ayrışmalı; dağıtılmalıydı.”
Marx, genel oy hakkının işçi sınıfının temel bir kazanımı olduğunu elbette biliyordu. Ama, sonuçlar, sınıfların sayısal ağırlıklarından çok, ekonomik güce, örgütlenmeye bağlıdır. Sınıfsal tavırlar da, sonuçlara göre oluşmalıdır. Temsili demokrasinin kayıtsız-şartsız sineye çekilmesi söz konusu değildir.
Nitekim, 1848’deki ilk seçim, “bir burjuva cumhuriyetinin oluşumu, kuruluşu” sonucunu verdiği için, proletarya tarafından reddedilmiş; Haziran ayaklanmasını tetiklemiştir. Mart 1850’deki yerel seçimlerde ise (Marx’ın sözleriyle), “Paris, sadece sosyal demokrat adayları seçince;…[yani] genel oy, burjuvazinin hegemonyasına karşı sonuç verince, burjuvazinin [Ulusal Meclis’in] yanıtı, genel oy’u 15 Mayıs 1850’de yasa-dışı kılmak oldu.”
***
Gelelim Louis Bonaparte’ı Cumhurbaşkanlığı’na getiren; İmparatorluk yolunu da açan Aralık 1848 seçimlerine…
Marx için Louis Bonaparte’ın seçim zaferi, “ulusun tüm diğer sınıflarına karşı köylülerin tepkisidir… Bonaparte da bir sınıfı, Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını; küçük toprak sahibi köylüleri temsil etmektedir.”
“Köylü ailesi,…toplumla ilişki kurmaktan çok, doğayla değiş-tokuş yaparak geçinir. Tarla, köylü ve aile; onun yanında bir başka tarla, bir başka köylü ve bir başka aile… Onları diğer sınıflardan ayıran; bu sınıflarla düşmanca karşı karşıya getiren iktisadi varlık koşulları açısından bir sınıf oluştururlar… Çıkarlarının diğerleri ile çatışması, kendi aralarında hiçbir birliktelik, ulusal bağ, siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde bir sınıf oluşturamazlar. Kendilerini temsil edemezler; temsil edilmek zorundadırlar. Temsilcileri, aynı zamanda onların efendisidir.”
Köylülüğün burada vurgulanan kendiliğinden sınıf konumuna mahkûmiyeti, Marx’a göre Fransa’nın 22 yıl boyunca Louis Bonaparte’a teslim olmasının ilk adımını belirlemiştir.
***
“Ulus’un iradesi”, Cumhurbaşkanı’nı adım adım İmparatorluk’a taşıdı. Meclis’in desteğini alarak Aralık 1851’de (III. Napoleon unvanı ile) İmparator oldu. Marx özetliyor: “Bonaparte, parlamentoya dayanarak anayasayı yırttı. Anayasaya dayanarak da parlamentoyu dağıttı.” “Millî irade” elbette unutulamazdı. Bir yıl sonra da İmparatorluk bir halkoylaması (7,4 milyon “evet”; 0,6 milyon “hayır” oyu) ile onaylandı. İmparator, sermayenin tüm hiziplerini kapsayan Düzen Partisi ile uyum sağladı. Savaş tutkunuydu. Solu, sosyalistleri ezmeye öncelik verdi.
Toplum üzerindeki tahakkümü yerleştiren önemli bir öğe de var. Marx açıklıyor: “Paris’in lümpen-proletaryası, Bonapartist ajanlar tarafından… gizli şubelerde örgütlendirilir… Bonaparte, bütün sınıfların cürufu, süprüntüsü, dışkısı olan bu lümpen-proletaryanın şefidir; gerçek kimliği budur.”
Marx’ın sözleriyle, “kahraman rolü oyna[yan] sıradan, gülünç bir kişi; … dışarıdan pompalanmış bir maceraperest” olan Louis Bonaparte’ın son macerası Prusya savaşıdır. Eylül 1870’te 80000 askeri ile Almanlara teslim oldu. İki yıl tutsaklıktan sonra İngiltere’ye yollandı. Bir yıl içinde öldü.
***
Bu yazıyı, 30 Mart yerel seçimleri vesilesiyle soL için kaleme almıştım. Bugün daha da geçerli olduğunu düşündüğüm için tekrar yayımlanmasını düşündüm.
Eskiler, “teşbihte hata olmaz” derlerdi. Bu nedenle tarihsel benzetmelerden keyif alırız.
İsteyenler de Louis Bonaparte ile R.T. Erdoğan arasında, seçim zaferleri, sınıf destekleri, lümpen bağlantıları, kişilik benzerliklerini serbestçe arayabilir.
Esasen 10 Ağustos (bazılarının sandığı gibi) bir seçim değil, III. Napoleon’unki gibi bir halkoylaması idi. Yine de beterin beteri var: Louis Bonaparte yüzde 92 oyla kazanmıştı; bizimki yüzde 52.
***
Şimdi de 7 Haziran 2015 seçimlerinin arifesindeyiz. İslamcı faşizme geçişin kritik bir noktasındayız.
Gerçek veya resmî sonuçlar, ya bu geçiş sürecini hızlandıracak; ya da frenleyecektir.
Faşizme geçişin tamamlanması için birkaç aşama daha var: Birincisi, var olan hukuk normları (Türkiye örneğinde temsili demokrasinin biçimsel, anayasal kuralları) içinde iktidar değişikliğinin imkânsız hale getirilmesidir. Bunun için bu kurallar önce fiilen çiğnenir; sonra da yeni yasalarla ortadan kaldırılır. Marx 1851 Fransası için bunu “parlamentoya dayanarak anayasanın yırtılması” olarak nitelendiriyor.
İkinci bir aşamada, faşist iktidarın toplum üzerindeki tahakkümünün pekişmesi, kalıcı hale gelmesi gerekir. Hükümetin emrindeki resmî, üniformalı güvenlik güçlerinin varlığı ve seçmen desteği (örneğin Bonaparte’ı iktidara taşıyan Fransız köylüleri) yeterli değildir. Vurucu, etkili, sivil bir güç gereklidir.
Marx, “bütün sınıfların cürufu, süprüntüsü, dışkısı olan Paris’in lümpen-proletaryasının” bu işlevi üstlendiğini vurguluyor. Terim çok geneldir. Marx örneklerle somutlaştırıyor: “Geçimleri, kökenleri şüpheli, kokuşmuş üçkâğıtçılar, burjuvazinin müflis ve maceraperest dalları, asker kaçkınları, sabıkalılar, kürek mahkûmları, İtalyan lümpenler (“lazzaroni”), sahtekârlar, yankesiciler, dolandırıcılar, kumarbazlar, pezevenkler, kerhaneciler, hamallar, bileyiciler, laternacılar, kalaycılar, entel’ler, (“literati”)…”
Faşizme geçişin son adımını atmak isteyen iktidar, 19. yüzyıl Fransa’sındaki bu toplumsal süprüntünün benzerlerini 2015 Türkiye’sinde arayacak, bulacaktır. Bulmaya da başlamıştır.
Paris lümpenlerinin Türkiye’deki karşılıklarını son iki yılda görmeye, tanımaya başladık. Faşizm ivme kazandıkça, listeyi oluşturabileceğiz.
Buna karşılık 8 Haziran’da faşizme geçişi frenleyecek bir tablo da çıkabilir. Sadece “frenlemek” dahi çok önemli bir kazanım olacaktır. Durdurmak ve geriletmek sonrasının işidir.
Kaynak: Sendika.org