TBMM’de görüşülen “Posta Hizmetleri Kanunu” ile 200 yıllık bir geçmişe sahip bir KİT olan PTT, anonim şirkete dönüştürülerek satışa hazır hale getiriliyor ve dev yerli ve yabancı şirketlerin bu alanda faaliyet göstermesinin önü açılıyor.
1995 yılında PTT bölünmüş ve T.Telekom A.Ş. kurulmuştu. 2005’debu şirket yabancı bir sermaye grubunabirkaç yıllık kârı karşılığında, kasasında mevcut milyonlarca lira da bırakılaraksatılmış, üstelikte geriye doğru bir uygulama ile yeni sahiplerine 200 milyon doları bulan bir vergi iadesi yapılmıştı. PTT A.Ş.’nin kurulması sürecin ikinci aşaması olup, muhtemelen iki üç yıl içinde bu yeni şirket de satılarak iletişim sektöründeki bu dev özelleştirme tamamlanacaktır.
Bu özelleştirmenin sermaye açısından bir vurgun, talan ve daha önemlisi yeni bir sermaye birikimi yolu ve kâr çıkarım alanı olduğu açıktır. İşçileri ve halk açısından ise bu ciddi bir toplumsal maliyet anlamına geliyor. Zira çoğu 657’ye tabi 40,000 emekçi yeni şirkete aktarılarak “idare hizmet sözleşmesi”ile iş güvencesinden yoksun bırakılmak isteniyor. Hali hazırdaki 12,000 taşeron işçiye ilave olarak böylece uygulanacak esnek çalışma modeli ile işçilerin iş yükleri, böylece de sömürü artırılacağı gibi, sosyal hakları ve kazanımları da yok edilecek. Hizmet sözleşmesi imzalamayanların meslekte yükselmeleri ise imkânsız hale getiriliyor.Posta hizmetleripahalı hale getirilip, hizmet kalitesi giderek azaltılacağından genel olarak toplum da bu özelleştirmeden zararlı çıkacaktır.
PTT özelleştirmesi ne ilktir, ne de son olacaktır. Zira bunu T.C.D.D.’nin özelleştirmesi takip edecek. İlk özelleştirmeler 1986 yılında, neoliberal stratejinin Türkiye’deki ilk uygulayıcısı olan Özal döneminde başlatıldı. Önce yarım kalmış kamu tesislerinin yapımı özel sektörce tamamlandı, ardından geçen 25 yıl boyunca, kamuya ait 201 tesisin 191’i tamamen satıldı.Ayrıca 1990’lı yıllarda GATS hükümlerine uygun olarak eğitim ve sağlıkta özelleştirmeler gerçekleştirildi ve 2000’li yıllarda kapsam genişletilerek “yerelleşme" politikaları adı altında su, toprak, orman, kıyılar ve madenler özelleştirildi.
Ancak özelleştirmeler asıl olarak ve enpervasız biçimde son 10 yılda yeni liberal-yeni muhafazakâr AKP iktidarlarınca yapıldı. Öyleki 1986–2013 dönemindeki toplam 46 milyar dolarlık özelleştirmenin % 83’ü yani 38 milyar dolarlık kısmı son 10 yılda gerçekleştirildi.
Fransa, ABD ve bazı L. Amerika ülkelerinde, daha önce özelleştirilmiş olan içme suyu, atık su ve enerji dağıtımı gibi hizmetler, hizmetin özel sektörce kötü kalitede ve çok pahalı olarak sunulduğu gerekçesiyle son 10 yıldır, yeniden kamulaştırılırken, AKP iktidarı özelleştirmedik kamusal hizmet bırakmadığı gibi özelleştirme hedeflerini daha da artırıyor. Öyle ki AKP son iki yılda toplam 5 milyar doları aşan bir özelleştirme yaparken, 2013 yılında 14 milyar dolara varan yeni bir özelleştirme hedefliyor.
Bu yıl Hazine ve Şeker Fabrikaları’na ait çok sayıda taşınmazın satışı veya bedelli devrinin yanı sıra birçok elektrik dağıtım şirketinin, 13 adet akarsu santralinin ve iki büyük termik santralin özelleştirilmesi öngörülüyor. Bunlar içinde en büyük özelleştirmeler2,2 milyar dolar ile EÜAŞ-Seyit Ömer Termik Santrali ve 2 milyar dolar ile TEDAŞ-Boğaziçi Elektrik Dağıtım A.Ş.’de olacak.
Bugün hükümetin, kurduğu ideolojik hegemonya ve parlamento muhalefetinin sessiz onayı nedeniyle, özelleştirmeleriçin gerekçe sunma ihtiyacı olmasa da, özelleştirme yanlısı bazı iktisatçılarının bazı gerekçelerini ele almak yararlı olacak.
Bunlardan biri özellikle de zararlıKİT’leri satarakkamu bütçesi üzerindeki mali yükü azaltmak. Gerçekte ise bu gerekçe özelleştirmelerin yeni bir vurgun ve avanta alanı, adeta çağdaş bir ilkel sermaye birikimi yolu olduğunu gizlemek için öne sürülmektedir. Zira artık kârlı kuruluşlar da satılmaktadır. Tarihsel olarak burjuvazinin Türkiye’de devletin sırtından palazlanmayı bir hayat tarzı olarak seçmek gibi bir alışkanlığının olduğu da iyi bilinir.
İkinci gerekçe bütçe açıklarını kapatmak, yani gelir yaratma ihtiyacıdır. Nitekim Orta Vadeli Plan’a göre, 2011–2013 döneminde bütçe açıklarının yarısının özelleştirme gelirleriyle kapatılması öngörülmüştür. Bu burjuvaziyi, sermayeyi vergileyemeyen devletin, özelleştirmeyi kestirme yoldan gelir kaynağı sağlamanın, devletin mali krizini aşmanın yöntemi olarak seçtiği anlamına gelmektedir. Keza hükümet özelleştirmelerden sağladığı gelirleri rantiye kesimlere borç geri ödemesi ve faiz ödemesinde kullanarak onlara ciddi bir kaynak transferinde bulunmaktadır.
Üçüncü gerekçe kamudaki aşırı şişkin istihdamı azaltarak, verimliliği artırmaktır. Gerçekte ise 1980’li yıllarda İngiltere’deki örneklerinden de görüldüğü gibi, özelleştirme işçi sendikalarının ekonomik ve siyasal güçlerini zayıflatmak ve işçileri örgütsüzleştirmek için yapılmaktadır.
Emek örgütlerinin ve sosyalistlerin özelleştirmeler konusunda sessiz kalmaları düşünülemeyeceği gibi, özelleştirilen kurumların, devletin tekelci sermaye ile olan ilişkisinden ötürü, tekrar devletleştirilmesini savunmaları da söz konusu olamaz.
Tarihe bakıldığında,kamu girişimciliğinin özellikle de milli burjuvazinin geliştirilip güçlendirilmesine hizmet eden sermaye birikim stratejilerinde (örneğin ithal ikameci strateji) yaygın olarak kullanıldığı görülür. Bu kuruluşlar bir yandan gelişmekte olan özel sektöre ucuz girdi ve hammadde, enerji, ulaştırma gibi alt yapı hizmetlerini sunup kârlılığı yükseltirken, diğer yandan da yarattıkları istihdam ile sermayenin hizmetindeki bu pozisyonlarını halkın gözünde meşrulaştırma işlevi gördüler. 1930’lardan 1990’lı yıllara kadar Türkiye’de de KİT’lerin asıl işlevi bunlar olmuştur. Bugün neoliberal dönemde bu kuruluşların tasfiyesinin nedeni ise sermayenin eriştiği güç durumu itibariyle artık devletin bu tür hizmetine ve bunun meşrulaştırılmasına ihtiyacının giderek ortadan kalkmasıdır.
Diğer taraftan KİT’lerin ve kamuya ait diğer tüm varlık ve tesislerin sermayesi işçiler tarafından üretilen artı değer üzerinden, doğrudan işçilerden ya da dolaylı olarak sermaye sınıfından alınan vergilerden oluşur. Bu nedenle de bu kurumların gerçek sahipleri artı değer üreten geçmişteki ve bugünkü işçilerdir. Yani ortada işçi sınıfına ait bir sosyal miras vardır ve bu miras onların iradesi dışında haraç mezat dağıtılmaktadır. Yani özelleştirmeler ile işçilerden gasp yoluyla alınan vergilerle yaratılan değerler bir küçük azınlığa devredilmektedir. Bu çalınmış bir malın satın alınması gibi bir durumdur, etik ya da haklı bir yanı yoktur.
*KESK-AR Çalışma Birimi Üyesi Doç. Dr. Mustafa Durmuş tarafından hazırlanmıştır