Uzun bir zaman sonra “görülmüştür” damgalı bir mektup aldım. “Görülmüştür” damgalı mektuplar mahpusun tek iletişim aracı. Kendi yazdıkları da “görülmüştür”, ona yazılanlar da. Tutuklu onlarca kamu emekçisinden biriydi mektubu yazan. Bir öğrenci, bir gazeteci, bir siyasetçi de olabilirdi. Çünkü Türkiye hapishaneleri siyasi tutuklularla ve düşünce suçlularıyla tıka basa dolu bugünlerde.
Bir şafak operasyonu ile gözaltına alınmış ve tutuklanmıştı. Dosyasında “gizlilik” kararı olduğu için neyle suçlandığını bilmiyordu. Savcılıkta kendisine katıldığı sendikal eylemler sorulmuş, evinde ise her kitapçıda ve sendikada bulunacak kitap ve yayınlar bulunmuştu. Dosyasına ne kendisi ne de avukatı ulaşabiliyordu. Ama operasyonu yürütenler bu “gizli” dosyaları bütün ayrıntısıyla basına servis etmişti. Onlar daha haklarında dava açılmadan, yargılanmadan suçlu ilan edilmişlerdi. Soruşturmanın gizliliğini ihlal eden bu yasa dışı uygulama karşısında savcılar suskundu. Yaşananlar Türkiye’nin yargı sistemi açısından sıradan olaylardı. Çünkü yargı sistemi masumiyet karinesini çoktan unutmuş, “suçsuzluğu kanıtlanana kadar herkes suçludur” zihniyeti her yere hakim olmuştu. Bunun adı ucube demokrasiydi… Sözü tutuklu tarih öğretmeni Ayşe Tuncer’e bırakayım:
“Size Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesinden yazıyorum. 19.02.2013 tarihinde yapılan büyük operasyonla(!) tutuklanan 6 Kesk üyesinden biriyim. 7 yıllık tarih öğretmeniyim , 2 yıldır Beyoğlu Teknik ve Endüstri Meslek Lisesinde müdür yardımcısı olarak çalışıyordum. Daha önce defalarca duyduğum ve gazetelerde okuduğum hukuksuzlukları 4 gün boyunca yaşadıktan sonra tutuklandım. Operasyon sabahı saat 06.00 civarı kapımın kırılırcasına çalınmasıyla uyandım. Kapıyı açar açmaz ilk hukuksuzluk başladı. Silah zoruyla zapt-u rapt altına alındım. Avukatımı aramam engellendi.
Sabah kalkıp okula gidecektim, bir yere kaçma gibi ihtimalim yoktu. Gecenin o saatinde geldiklerinde evimden çıkan suç unsurlarını gündüz, normal mesai saatinde de gelseler yine bulup alabilirlerdi. Çünkü evimden aldıkları “Kesk Tarihi” adlı kitabı, sendikamız Eğitim Sen’e ait kitap ve dergileri, üzerinde “grev” yazılı sendika önlüğünü, Vedat Türkali’nin “Komünist” adlı kitabını ve Nazım Hikmet’in kitaplarını saklamayı aklımın ucundan bile geçirmezdim.
Evden çıkarılırken ters kelepçe taktılar. Adliyeye adli kontrol için getirildiğimde öğrendim operasyonun boyutunu. Her işkoluna bağlı sendikadan kamu çalışanı vardı. Hani şu hep basından duyduğumuz “şafak” operasyonlarından biriymiş bizimkisi de. 28 ilde 184 kamu emekçisi gözaltına alındık.
Adli Tıp’ta doktor kontrolüne giderken kelepçe takan polis “bilekleriniz göstermeyi unutmayın, hocam” diyordu pervasızca. Nezarethaneye götürüldüğümüzde zorla parmak izi ve tükürük örneği alma işkencesi başladı. Defalarca biz zaten kamu çalışanıyız, çoğumuzun pasaportu var. Pasaport alırken parmak izi zaten verdik dememize rağmen zorla parmak izi ve doku örneği aldılar.
Dosyada gizlilik kararı olduğu için neyle suçlandığımı bilmesem de savcılıkta sorulan sorular tamamen katıldığım basın açıklamaları ve 4+4+4 yasasına karşı Ankara’ya eyleme gitmemle ilgilidir. Sendika yönetici ve üyeleriyle yaptığım telefon görüşmeleri örgütsel görüşmeler olarak kayda geçmiştir. Dosyalarımızla ilgili bize ve avukatlarımıza konulan gizlilik kararı nedense basının bu gizli bilgilere ulaşmasını engelleyememiştir. Ve hepimiz hukuksuz bir şekilde yasadışı terör örgütü üyeleri olarak, ben ise örgüte öğrenci gönderen müdür yardımcısı olarak afişe edildim. Hangi örgütü kast ettiklerini bilmesem de benim tek örgütüm olan Eğitim-Sen eylemleri hakkında öğrencilerimi bilgilendirdiğim doğrudur. Onlar için parasız eğitim mücadelesi verdiğimi, onların bilimsel-eşit-demokratik bir eğitim almaları için eylemlere katıldığımı bütün hepsi bilir.”
Ayşe öğretmen mektubunu “kimsenin sıra bana gelmez deme lüksü yok” diyerek bitiriyor. Türkiye’de post modern otoriter bir rejimin, ucube bir demokrasinin adım adım örüldüğü bugünlerde bu uyarı hiç de yabana atılacak gibi değil.