AKP hükümetinin siyasi propaganda aracı haline dönüştürdüğü, “kalkınma” ve “refah” iddialarının merkezine aldığı ekonomik büyüme, bugün kapitalizmin üçüncü dünya ülkelerinde de gözlenen benzer bir eğilimde devam etmektedir.
Bugün sözde büyüyen ekonomi giderek dış gelişmelere karşı daha bağımlı hale gelerek ülkeyi krizlere karşı edilgen bir konuma itmekte, emekçi halkların ödediği bedeller giderek ağırlaşmaktadır.
Eylül ayında TÜİK tarafından açıklanan büyüme oranları kapsamında, Türkiye ekonomisi 2012 yılının ilk yarısında, önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 2,9 büyüme gösterdi. Üretim yöntemi ile hesaplanan gayri safi yurtiçi hasıla, 2012 yılı ikinci üç aylık döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre cari fiyatlarla yüzde 10,3′lük artışla 349 milyar 630 milyon TL oldu.
2011
|
Gelişme Hızı (%)
|
1. çeyrek
|
12,1
|
2. çeyrek
|
9,1
|
3. çeyrek
|
8,4
|
4. çeyrek
|
5
|
2011- Yıllık
|
8,5
|
2012
|
|
1. çeyrek
|
3,3
|
2. çeyrek
|
2,9
|
Bugün büyümenin kaynakları incelendiğinde, 1998 yılından itibaren IMF nezdinde geçen on yılın ardından AKP hükümetinin aynı çizgide sürdürdüğü ekonomi politikalarının toplumsal bir refah yaratmadığı; ekonomik, sosyal ve toplumsal bir gelişme sağlamadığı, sadece sayısal bir şişkinlikten ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Bugüne kadar Türkiye’nin edilgen olarak maruz kaldığı veya bizatihi kendi iç dinamiklerinden doğan kriz süreçlerinden çıkarılacak dersler bu kapsamda önem taşımaktadır. Yurt dışı sıcak para akımlarınca sürüklenen ve dış borçlanmaya dayalı, kırılgan ve çarpık bir sanayileşmenin ürünü olarak ekonomik büyüme, hayatın her alanının ticarileştirildiği neoliberal bir süreçte, halkın giderek artan çoğunluğunu refaha kavuşturmak bir yana, hızla yoksulluğun derinlerine itmektedir. Krizlerle birlikte ise, emekçi yoksul kitleler toparlanması uzun süren derin bir yıkım süreçlerine mahkum edilmektedir. Büyümenin istikrarsız ve refah yaratmayan yapısı bugün AKP hükümetince sürdürülmekte, Türkiye ekonomisinin giderek daha fazla dışa bağımlı ve kırılgan bir nitelik kazanmasının oluşturduğu tehdit, geniş halk kitlelerinin gelecekleri üzerinde daha da büyümektedir.
Harcamalar yöntemi ile hesaplanmış gayri safi milli hasıla rakamlarının, yukarıdaki tabloda da işaret ettiği bir durum, bugün yaratılan büyümenin ana kaynaklarından birinin iç talepteki artış olduğu ve buradaki bir yavaşlamanın da büyüme hızını yakından etkilediğidir.
Türkiye’deki çarpık sanayileşme stratejisinin de bir ürünü olan ithalata bağımlı üretim yapısı, iç talebin canlandığı dönemlerde oldukça yüksek bir artış göstermekte, bu da yüksek bir cari açık ile sonuçlanmaktadır. Cari açık yükseldikçe, AKP hükümeti ülkeye dış kaynağı daha fazla çekebilmenin yollarını aramakta, bu çözümü de çoğunlukla para politikası araçlarında bulmaktadır. Türkiye uzun yıllardır yüksek reel faizlerin sunulduğu bir ülke olup, bugün de aynı çizgide yer almaktadır. AKP hükümetinin cari açığı daraltma stratejilerinden bir diğeri de uluslararası sermayenin ülkeye doğrudan yatırımlarını arttıracak zeminlerin oluşturulmasıdır. Bugün hızlandırılan özelleştirmelerin yanı sıra, kentsel dönüşümden doğan rant fırsatları ve 3. Köprü, Galataport, Haydarpaşa Port gibi projelerin sermayeye sunduğu avantajlar bu zeminde önemli birer araç haline gelmektedir.
Reel ücretlerin artmadığı, emekçilerin her yıl enflasyon karşısında biraz daha refah kaybına uğradığı günümüzde, iç talep ise borçlandırmayla ve yeni tüketim alışkanlıklarının kazandırılması ile arttırılmaya çalışılmaktadır. Gelirin artmadığı, borçların ise sürekli katlandığı dikkate alınırsa, başta ekonomik ve sosyal sorunlar olmak üzere kesintisiz bir krizin geniş halk kitleleri arasında zaten yaşanıyor olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır.
Emekçiler refahtan pay alamıyor!
Milli gelirdeki yüzdesel artışın ifadesi olan ekonomik büyümenin daha sağlıklı değerlendirilmesi için o ülkede yaşayan insan sayısına bağlı olarak ifade edilmesi gerekir. Bu da hesaplamada kişi başına düşen gayri mili hasıla oranlarının hesaplanması ve değerlendirilmesi ile mümkündür.
Öncelikle AKP politikaları ile Türkiye’de sürdürülen neoliberal ekonomik büyümenin ardında acımasız bir sömürü ilişkisi yatmaktadır.
ILO’nun da raporlarının da ifade ettiği gibi, verimlilik artışları ile sağlanan üretim artışı ve karlılık, ekonomik büyümenin bugünkü temel kaynaklarından biridir. İşçiler üzerinden sağlanan verimliliğin artışı ise ücretlerin oldukça gerisinde kalmakta, bu da işçilerin üzerindeki sömürünün giderek arttığı anlamına gelmektedir. ILO’nun verilerine göre emek gücü verimliliği 2010 yılında yüzde 3,1 artarken, reel ücretlerin dünya genelinde yüzde 0,5 artması, bu durumun sadece Türkiye özelinde değil, yeni istihdam politikalarının içinde benimsenmiş bir eğilim olduğu gerçeğini de bir kez daha önümüze koymaktadır.
Bugünkü iktisadi büyümenin toplum nezdinde bir refah yaratmaktan uzak olduğu gerçeği, giderek daha fazla sosyal kazanımların meta ilişkisine devredilmesi ile yoksulluğun daha derinlerine itilen kitlelerin sayısı izlenerek somutlaştırılabilinir. Konut, barınma, gıda, eğitim ve sağlık gibi yaşamsal ihtiyaçların ticarileştirilmesi, emperyalist devletlerce giderek sömürülen kaynakların sayısının hızla artması gibi sorunları üreten bir ekonominin büyümesi de kendi kadar sağlıksız ve kimyası bozuktur.
Bugün yapılan hesaplamalar çerçevesinde yüzde 20’lik gruplarda, en yüksek gelire sahip son gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,7 iken, en düşük gelire sahip ilk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay yüzde 5,8’dir. Diğer bir ifade ile bugün en yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay, en düşük gelir grubunun aldığı payın 8 katıdır. Hükümetin emek aleyhine uyguladığı ücret, gelir ve vergi politikaları ile gelir adaletsizliği arttıkça, gelirin bölüşümünde emekçilere düşen pay da sürekli azalmaktadır.
İstihdamsız Büyüme!
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de istihdam miktarı, iktisat politikalarının ana ekseninden giderek uzaklaştırılmaktadır. Neoliberal politikaları resmi devlet politikaları haline getiren siyasal iktidarlar, bugün kapitalizmin bir sonucu olarak derinleşen yoksulluğu ve işsizliği sürdürülebilir bir hale getirmeyi hedeflemektedir. Bu kapsamda AKP hükümeti de işsizliği azaltmak gerekçesi sömürü mekanizmalarını katılaştırarak istihdamı esnetmeye çabalamaktadır. Tek amacının sermayenin bugünkü birikim ihtiyaçlarına göre düşük maliyetli, ucuz işçiler yaratmak olduğu bilinmektedir.
Yaratılmaya çalışılan yeni istihdam, geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdam niteliğindedir. İş kaybı tehlikesini, sendikasızlaşmayı, koruyucu düzenlemelerden yoksun kalmayı, çalışanın kendisi ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler için düşük geliri beraberinde getiren bu yeni istihdam biçimi, işsizliği sadece kağıt üzerinde biraz geriletse de, gerçek hayatta büyük bir yıkımla eşdeğer halde hissedilmektedir.
Son zamanlarda artık tamamen ayyuka çıkan TÜİK’in hesaplama kurnazlığı ise, işsizliğin “sadece” kağıt üzerinde geriletildiğini ortaya koymaktadır. Artık AKP’nin istihdam politikalarının deşifre olduğu bu süreçte, işsizliğin çeşitli hesaplama yöntemleri ile nasıl gerçek hayattan koptuğuna hep beraber şahit olmaktayız.
Uzun süreli iş arayanları “umutsuzlar” olarak işsizlik hesaplaması dışında bırakan, haftada 2 saat çalışanları bile işsiz saymayan bir hesaplama yöntemi içinde ortaya çıkan işsizlik verileri nitekim aldatmacadan öte bir anlam taşımamakta, gerçeği ifade etmekten yoksun kalmaktadır.
TÜİK’in bizlere sunduğu “Hanehalkı İşgücü İstatistikleri” raporunda da bu yoksunluk ortaya çıkmaktadır. En son açıklanan Haziran ayı işsizlik verilerinde sunulan ve kamuoyunda öne çıkarılan işsizlik oranı yüzde 8’dir. Tarım çalışanlarının kısa dönemli, mevsimlik çalışanlar olduğu gerçeği hesaba katılarak, tarım dışı işsizlik verileri dikkate alınırsa, Haziran ayı işsizlik oranı yüzde 10,2’dir. Bu rakamı daha gerçekçi kılabilmek üzere, TÜİK’in “umudu kırık” olarak nitelediği, hükümet politikaları ile uzun süredir iş arayan nüfus eklenir ve iş işgücüne katılım oranının sadece yüzde 50’lerde olduğu hesaba katılırsa, bugün gerçek işsizlik oranının yüzde 20’lerin üzerinde olduğu açıkça ortaya çıkacaktır.