Beraat Eden Barış Akademisyeni Sayısı 23’e Yükseldi
Bilindiği üzere 10 Ocak 2016’da Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi tarafından “Bu Suça Ortak Olmayacağız” isimi ile bir bildiri yayımlanmış, söz konusu bildiriye 2 bin 212 akademisyen imza atmıştır.
Barış Akademisyenleri önce siyasal iktidarın en yetkili ağızları tarafından hedef gösterilmiş ardından haklarında “örgüt propagandası” suçlaması ile davalar açılmıştır.
5 Aralık 2017’den 6 Eylül 2019 tarihine kadar toplam 648 akademisyen mahkemeye çıkarılmış. Davası sonuçlanan 204 akademisyenin tamamına hapis cezası verilmiştir. İki yılın altında hapis cezası alan 168 Barış Akademisyeninin mahkumiyet kararı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 286. Maddesi gereğince ertelenirken 29’u iki yıldan fazla hapis cezası aldığı, 7’si ise hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını kabul etmediği için toplam 36 akademisyenin ise mahkumiyet kararı ertelenmemiştir. İtiraz yoluyla İstinaf Mahkemesi’ne giden mahkumiyet kararlarından cezası onanan Prof. Dr. Füsun Üstel iki buçuk ay cezaevinde kaldıktan sonra tahliye olmuştur.
Barış Akademisyenleri 20 Temmuz’da ilan edilen Olağanüstü Halde de (OHAL) hedef tahtasına konulmuştur. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” imzacısı yüzlerce Barış Akademisyeni herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın, OHAL-KHK’leri ile sorgusuz sualsiz işinden ekmeğinden edilmiş, yurt dışına çıkışları yasaklanmıştır.
Bu dönemde “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi imzacısı Barış Akademisyenleri arasında yer alan, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ana bilim dalında araştırma görevlisi olarak çalışan aynı zamanda EĞİTİM SEN Ankara 5 Nolu Şube Yürütme Kurulu Üyesi olan Eş Genel Başkanımız Aysun Gezen de 1 Eylül 2016 tarihli KHK ile fakültedeki görevinden ihraç edilmiştir.
Hapis cezasına çarptırılan akademisyenler yerel mahkemelerin kararlarını Anayasa Mahkemesine (AYM) taşımış, AYM, 26 Temmuz 2019 tarihinde 10 akademisyenin bireysel başvurularını birleştirerek görüştüğü dosya üzerinden “hak ihlali” kararı vermiştir. AYM ihlalin ortadan kaldırılmasına ve yeniden yargılama yapılması için karar örneğinin yerel mahkemelere gönderilmesine hükmetmiştir.
Beraat Eden Barış Akademisyeni Sayısı 23’e Yükseldi!
Barış Akademisyenleri lehine verilen AYM kararından sonra; 6 Eylül’de İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen ilk duruşmada akademisyen Özlem Şendeniz’in beraatine karar verilmiştir.
Dün (9 Eylül) İstanbul 28’inci Ağır Ceza mahkemesinde, 18 dosya üzerinden yapılan incelemede, Anayasa Mahkemesinin ifade özgürlüğü ihlali kararına atıf yapılarak beraat kararı verilmiştir. Bu kapsamda berat eden Barış Akademisyenleri arasında Eş Genel Başkanımız Aysun Gezen de bulunmaktadır.
Yine dün (9 Eylül) Diyarbakır 11. Ağır Ceza Mahkemesinde duruşmaları görülen 3 Barış Akademisyeni de beraat etmiştir. Bugün ise (10 Eylül) İstanbul 26’ncı Ağır Ceza Mahkemesinde davası görülen bir Barış Akademisyeni daha AYM kararına istinaden beraat etmiştir.
Beraat Kararları Sevindirici Ama Yeterli Değil!
KESK olarak beraat eden tüm Barış Akademisyenlerine geçmiş olsun diyoruz. Öte yandan beraat kararlarının sevindirici olmakla birlikte yeterli olmadığının altını tekrar çiziyoruz. OHAL Komisyonu hiç vakit kaybetmeksizin AYM kararının gereğini yerine getirmelidir.
Haksız, hukuksuz bir şekilde işinden ekmeğinden edilen tüm kamu emekçileri gibi değerli akademisyenlerimiz de hemen görevlerine, üniversitelerine, kürsülerine iade edilmelidir.
Barış akademisyenleri arasında yer alan Eş Genel Başkanımız Aysun Gezen’in aslında bugün mahkemeye çıkması bekleniyordu. Ancak dün toplanan mahkeme heyeti dosya üzerinden yapılan incelemede Eş Genel Başkanımızın beraatine karar vermiştir.
Bu nedenle Eş Genel Başkanımızın savunmasını tarihe not düşmek için aşağıda paylaşıyoruz.
KESK EŞ GENEL BAŞKANI AYSUN GEZEN’İN SAVUNMASI
10 Eylül 2019 İstanbul 28. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davanın ilk duruşması için savunmamdır.
11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuna deklare edilen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” isimli bildiriye imza verdiğim için tıpkı imza veren akademisyenler gibi yargılanmak üzere mahkemeniz huzurunda bulunuyorum.
Öncelikle belirtmek isterim ki düşünce ve ifade özgürlüğünün, akademik özgürlüğün kullanılması olan, bir iddianameye dahi dönüşmemesi gereken bir bildiri nedeniyle buradayım. İçinde yaşadığımız toplumun önemli sorunlarından biri olan Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözümüne katkı yapmak, bu amaçla da kamu gücünü kullanan otoritelere sorumluluklarını hatırlatmak üzere hazırlanmış bu bildiriye ben de henüz yolun çok başında olan, kamusal sorumluluğunun bilincinde bir akademisyen ve bu ülkenin bir yurttaşı olarak imza attım.
Bildirinin kamuoyu ile paylaşılmasının hemen ardından doğrudan yürütmenin başı ve birçok hükümet yetkilisi tarafından hedef gösterildik; kamu gücünü kullanan otoritelerden akademisyenlere yönelik nefret dilinin yaygınlaşmasına, kapı işaretlemelerine, fiili saldırılara varabilecek tepkilere yol açan açıklamalar geldi. Birçok akademisyen bulunduğu ili terk etmek zorunda kaldı. Düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanan akademisyenler gözaltına alındı, tutuklandı, üniversiteleri tarafından soruşturmalara uğradı, cezalandırıldı, kanun hükmünde kararnamelerle işlerinden edildi. En temel insan haklarından olan çalışma, seyahat ve eğitim hakları ellerinden alındı.
Dolayısıyla şiddetin son bulması ve kalıcı bir barış sağlanması için devlete düşen sorumluluğun hatırlatılması amacıyla kamuoyu ile paylaşılan bu bildirinin yargılama konusu yapılması gerek üniversiteyi üniversite yapan değerlerin tahrip edilmesi, yok edilmesi, gerek barış talebinin ceza konusu edilmesi gibi iki önemli sonuca yol açtı. Tam da bu nedenle düşünce ve ifade özgürlüğünün; akademik özgürlüğün, özerkliğin, bilimsel özgürlüğün de temel zeminini teşkil ettiği düşünüldüğünde bu bildiriye imza atma nedenlerimden biri olan mesleğimin hangi koşullarda yerine getirilebileceğini, nasıl bir üniversite tahayyül ettiğimi anlatmak bir zorunluluk halini alıyor.
İnsan, toplum ve doğa yararına bir üniversite
Olgular, gerçekler, hakikat iktidar onu yok saydığında, görmezden geldiğinde yok olmaz; onu eğip bükme, değiştirme, iktidarın kendi hakikat rejimini oluşturma çabası karşısında hakikatin herkese karşı ileri sürülebilir olmasını sağlama akademisyenlerin hakkı ve ödevidir.
Üniversiteler iktidarın icraatlarına meşruiyet zemini oluşturacak, buna uygun bir bilgi üretmekle yükümlü kurumlar değildir. Akademik özgürlüğün, özerkliğin hayata geçmesi bu anlamda büyük önem taşır ve bunun da gerek koşullarından biri, her tür iktidardan bağımsız olmasıdır. Bu nedenle akademisyenlerin cübbeleri, tıpkı adaleti sağlamakla yükümlü olan hakimler gibi iliksiz ve düğmesizdir ki hiçbir otorite karşısında bağımsızlıklarını kaybetmesinler, hakikati herkese karşı ileri sürebilsinler. Bu aynı zamanda özgür ve eleştirel düşüncenin var olmasını sağlayan temel bir ilkedir. Akademisyenler tıpkı Edward Said’in entelektüeli betimlerken belirttiği üzere “iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan bir dilin müellif”leridirler.
Bizler bilim yapmak, bilgi üretmek, bu bilgiyi toplumsallaştırmak adına bu mesleği icra ediyoruz; geçimimizi buradan sağlıyoruz. Dolayısıyla düşünce ve ifade özgürlüğü ve araştırma özgürlüğü, üretilen bilgiyi ve araştırma sonuçlarını yayma, toplumsallaştırma özgürlüğü yalnızca hakkımız değil aynı zamanda sorumluluğumuz, ödevimizdir; hem bir bilim emekçisi olarak hem de bir vatandaş olarak.
Fakat bugün üniversiteler özellikle 1981’de YÖK’ün kurulmasından bu yana denetim ve disiplin altına alınmak istenmekte, iktidarın ve sermayenin istediği bilgiyi üretmekle yükümlü kılınmaya çalışılmaktadır. Üniversiteler o kadar çölleştirilmiştir ki toplumsal sorunlara dair düşünme, çözüm üretme, hakikat arayışı, bilimsel bilgi üretimi neredeyse üniversiteler dışına kaymış, üniversiteler teknisist bir bakış açısıyla sermayenin hizmetine sunulmuştur. Artık üniversitelerde entelektüel merakı zemin alan, kişinin kendini gerçekleştirmesi için bu merakı kışkırtacak hakikat arayışı, bilimsel bilgi üretimi, eleştirel düşünce, sorgulayıcı akıl istenmemekte; üniversiteler emperyalist güçlerin teknoloji savaşlarında arka planda iş yapan teknoloji şirketleri konumuna indirgenmek istenmektedir. Bu nedenle bu teknisist bakış açısına uymayan, akademik kapitalizme karşı çıkan her bilim insanı bugün hedef alınmaktadır. Güvencesiz istihdam koşullarının üniversitede de yaygınlaşması, üniversite emekçilerinin haklarını geriye götürecek uygulamaların adım adım hayata geçmesi, mesleğin gereklerini yerine getirmekten kaynaklı karşı karşıya kalınan baskılar ve son olarak barış için imza veren akademisyenler, iktidarın tahayyülü karşısında eşitlikçi, özgür bir üniversite savunanlar şahsında yaşanan da iktidarın anlayışı dışında ve karşısında kalanların tasfiyesidir. Bu yargılamalar da maalesef tasfiye sürecinin bir parçası haline dönüşmüştür.
Oysa üniversiteler, Eğitim Sen’in Yükseköğretim Bürosu tarafından hazırlanan Ortak Yaşam İlkelerimiz broşüründe de ifade edildiği üzere “bilme arzusunun önünde engellerin olmadığı, bilimsel gerçeklik ile hakikatin çarpıtılmadan herkese karşı ileri sürülebilir ve savunulabilir olduğu, elde edilen bilginin toplumla özgürce paylaşıldığı yerler” olmalıdır. İnsan, toplum ve doğa yararına üniversiteler için ise eğitim hakkı, bilimsel özgürlük, kurumsal özerklik, eşitlikçi, özgürlükçü demokratik öz yönetim ve öz denetim, güvenceli çalışma ve kamusal finansman vazgeçilmez koşullardır.
Bu hak ve özgürlükler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), ILO Sözleşmeleri (87, 98, 111 nolu sözleşmeler), Avrupa Sosyal Şartı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, BM Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, BM Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Uluslararası Sözleşme, Akademik Özgürlük ve Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği Hakkında Lima Bildirgesi ile garanti altına alınmıştır.
Üniversiteler çok farklı kesimlerin bir arada olduğu, bu farklılıkların zenginlik olarak görüldüğü, eşitliğin, özgürlüğün deneyimlendiği, aslında ülkemizin mikro örnekleri olarak ele alınabileceği, barış içinde bir arada yaşamın mümkün olduğunu gösteren mekanlardır; her kişi veya topluluğun fikirlerini özgürce ifade ettiği yerlerdir. Temel hakları ihlal eden, ırkçılık, ayrımcılık, nefret söylemi içeren etkinlikler ise ifade özgürlüğü kapsamında görülemez, bu tür etkinliklere karşı protesto demokratik bir haktır.
Bu broşürde yer alan ve benim de her bir kelimesini paylaştığım görüşler Eğitim Sen tüzüğünde de ifadesini bulmuştur. İkinci maddenin birinci bendi sendikanın amacını şu şekilde ifade eder: “Evrensel değerleri gözeten ve yerel farklılıkları zenginlik olarak kabul eden bir emek örgütü olarak savaşsız ve sömürüsüz bir dünya hedefiyle ülkemizde ve dünyada her türlü baskıcı yönetime karşı demokrasi ve dayanışma kültürünü savunur. ”Bu metni imzaladığım sırada Eğitim Sen Ankara 5 Nolu Üniversiteler şubesi yürütme kurulu üyesiydim. Metni sadece akademisyenliğin, entelektüel olma çabasının bana yüklediği kamusal sorumlulukla değil, aynı zamanda üyesi ve yöneticisi olduğum sendikanın tüzüğünde yer alan amaçları hayata geçirmek için de imzaladım. Yani bu aynı zamanda sendikalı olmanın da bir gereğiydi.Bugün ise Eğitim Sen’in bağlı olduğu Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nda (KESK) Eş Genel Başkanlık görevini yürütüyorum. Tüzüğümüzün 4. Maddesinde konfederasyonumuzun amaçları tanımlanmıştır, bu maddenin g bendine göre KESK; “Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya amacıyla; ülkede ve dünyada savaşa karşı kalıcı barışın yaratılması, tüm ulusların eşit ve özgürce geleceklerini belirleyebilmelerinin ve evrensel insan haklarının önündeki engellerin kaldırılması, faşizme karşı demokrasi, emperyalizme karşı bağımsızlık, baskılara karşı özgürlük, ırkçılığa ve şovenizme karşı halkların kardeşliği için mücadele etmeyi amaçlar” denilmektedir.Yine Konfederasyonun ilkelerinin yer aldığı 5.maddenin b bendi; “Emekçiler arasında din, dil, ırk, siyasal düşünce, etnik köken, mezhep, engelli, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği ve felsefi düşünce ayrımı gözetmez.” der. Bizler ülkenin neresinde olursa olsun, etnik kökeni, inancı, cinsiyeti, cinsel yönelimi ne olursa olsun bütün emekçilerin emekten yana, eşit, özgür, laik, barış içinde bir ülkede adalet içinde yaşaması için bir mücadele yürütüyoruz.Bu amaç doğrultusunda emekçilerin hakkını ortadan kaldırabilecek siyasal sürece karşı da tepkimizi ortaya koymak bizim sorumluluğumuz.
Bir akademisyen, bir vatandaş ve bahsi geçen değerleri amaç ve ilke edinmiş bir sendika yöneticisi olarak dünyada ve ülkemde her şeyi metalaştıran, satılabilir kılan, doğayı tahrip eden, kültürel, tarihi varlıkları yok eden, emekçileri, halkları birbirinin düşmanı haline getiren, ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, sömürüyü derinleştiren, neoliberal politikalar doğrultusunda tüm bir toplumu şekillendirmeye çalışan uygulama ve anlayışa karşı çıkmak, bu konudaki eleştirilerimizi toplumla, kamu ile paylaşmak da bir ödev olarak karşımda duruyor.
Açıktır ki savaş politikaları, emekçilerin ve halkların birbirinin düşmanı haline getirildiği, halkın farklılıklara sahip bir bölümünün insan olmaktan çıkarılarak, kendisine her şeyin yapılabildiği bir “şey”e dönüştürüldüğü, ötekileştirildiği, barış içinde, eşit ve özgürce bir arada yaşama olanaklarının ortadan kaldırıldığı her tür politika, emekçilerin haklarını da yok etmektedir.Doğrudan emekçilerin ücretlerinden kaynaktan kesilen vergilerin ağırlığını oluşturduğu bütçeden yapılan savaş ve silahlanma harcamaları biz emekçileri her gün yoksullaştırırken, savaş endüstrisini elinde bulunduran bir avuç sermayedarı zengin etmekte, savaş ise ölüm, yıkım getirmektedir. Oysa ki bu kaynaklar, kamusal, laik, bilimsel, anadilinde hizmet üretmek için kullanılsa, Kürt sorunun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözümü için seferber edilse, Kürt halkının ülkemizde yaşayan tüm halklarla birlikte demokratik hakları, kültürel ve kimlik talepleri tanındığında sorunun kalıcı, onurlu bir barışla sonuçlanması mümkün olabilecektir.
Toplumsal Barış
Kürt sorunu bu ülkenin on yıllardır süren, çözülememiş, çözülmeyi bekleyen en önemli sorunlarından biridir.Bugüne kadar uygulanan mevcut yöntemlerle, güvenlikçi yaklaşımlarla, savaş politikalarıyla çözülemeyeceği defalarca görülmüştür. On binlerce insanın ve hayvanın ölümüne, binlercesinin sakat kalmasına neden olan,kültürel varlıkların yok olduğu, şehirlerin harabelere döndüğü, bölgede yaşayan halkın göç etmek zorunda kaldığı, sürgünlerin yaşandığı, sadece bölgeyle sınırlı olmaksızın halkın tamamının yaşadığı acı ve travmalarla önemli bir toplumsal meseledir Kürt sorunu.
Bugün gelişen teknolojiyle birlikte savaşlar artık evimizin içine kadar giriyor, televizyon ekranlarından, sosyal medya mecralarından her yerden savaşın getirdiği yıkıma, tahribata tanık oluyoruz. ABD başta olmak üzere emperyalistlerin Ortadoğu’da paylaşım savaşlarının, bu savaşlarda birer taşeron olarak kullanılan terör örgütlerinin yarattığı katliam, taciz, tecavüz, kadınların köle olarak satılması, tarihi kütüphanelerin yağmalanması gibi her tür yıkımın imgeleri her yerden hayatımızın içine kadar geliyor. Bu yıkıma karşı çıkmak, ölümlerin, tacizin, tecavüzün son bulmasını istemek, yaşam hakkı başta olmak üzere temel insan hak ve özgürlüklerinin garanti altına alınmasını, geliştirilmesini talep etmek, doğaya, hayvanlara, insanlığın kültürel mirasına sahip çıkmak nasıl insanlık görevimizse, aynı zamanda küresel, bölgesel ve ülkemize ait bir sorun olan Kürt sorununun da barışçıl yollarla çözülmesini istemek insanlık görevimizdir.
Bugün barış genellikle çatışmasızlık dönemlerini, iki savaş arasını karşılayacak biçimde yaygın olarak kullanılmaktadır. Çatışmasızlık, şiddetin durması ve kalıcı bir toplumsal barışın yaratılması için uygun zeminin oluşması açısından son derece önemlidir, fakat bunun da ötesine geçerek kalıcı, onurlu, gerçek bir barış savaş sürecinin ve milliyetçi, şoven duyguların halkların içinde etkilerinin yok edildiği, iki toplumun birbiriyle gönülden barıştığı, eşitliğe, adalete dayanan bir toplum inşa etmekle mümkündür. Dolayısıyla silahlı çatışmaların, devletin zor aygıtlarını kullanarak terörü bitirme yönteminin son bulmasını, barışçıl ve demokratik yollarla Kürt sorunun çözüm bulmasını savundum. Mesleğim ve sendikal sorumluluğum ışığında bu görüşlerimi ifade edebileceğim, kamu ile paylaşabileceğim “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza attım.
Bildiride, terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda yapmak suçunu oluşturacak hiçbir ifade yer almamakla birlikte tam aksine şiddetin son bulması, Kürt sorununa demokratik ve barışçıl yollarla çözüm aranması noktasında devlete düşen yükümlülüğün hatırlatılması yönünde bir çağrıdır. Savaşın durdurulması, Kürt halkının haklarının tanınması, sorunun çözülmesi noktasında esas sorumluluk devletindir. Nitekim uluslararası hukuk ve taraf olduğumuz sözleşmeler gereği insan haklarını korumak ve geliştirmekle devletler yükümlü kılınmıştır; bu ülkenin bir akademisyeni ve yurttaşı olarak yaşanan hak ihlallerinin son bulmasını, buna yol açan şiddetin ortadan kaldırılması için gerekli demokratik düzenlemelerin yapılmasını, temel insan hak ve özgürlüklerin geliştirilmesini bekleyebileceğim ve buna yönelik çağrı yapabileceğim yegane özne bizzat devlettir ve terör bitirilmek isteniyorsa yapılması gereken onu uygulayanların değil, onu yaratan nedenlerin ortadan kaldırılmasıdır.
Kamu gücünü kullanan otoritenin ve organların bu gücü demokratik, barışçıl, bir arada yaşamın mümkün olduğu bir düzen tesis etmek için kullanması gerekir. Bizler, kamusal sorumluluk taşıyan, sahip olduğu bilgiyi otoritenin değil, halkın, toplumun yararına seferber etmeyi ilke edinen akademisyenler olarak düşünce ve ifade özgürlüğümüzü kullanmayı, eleştirmeyi, iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan dilin müellifi olmayı sürdüreceğiz.
Bugün üniversitelerde cübbesini ilikleyen, iktidar karşısında eğilen, iktidarın istediği bilgiyi üretmeye kendini adamış kişilerin hakimiyetinin sağlanmış olması karşısında da eleştirilerimizi ve demokratik üniversite mücadelemizi sürdüreceğiz. Bu dava akademinin biat etmeme ve bu ülkede gerçek bir barışı sağlama mücadelesinin de bir zemini oldu.
Her koşulda istibdada karşı hürriyeti savunmaya devam edeceğiz.