26 Aralık tarihinde Ankara’da gerçekleşen SGK Genel Kurulu’nda Genel Sekreterimiz Ramazan Gürbüz Konfederasyonumuz adına sosyal güvenlik sistemine ve işsizlik ödeneğine ilişkin görüşlerimizi ifade etti. Konuşma metni ve video linki aşağıdadır.
Hepimizin bildiği gibi sosyal güvenlik hakkı başta İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 102 sayılı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin” Sözleşmesi olmak üzere pek çok belgede temel bir insan hakkı olarak düzenlenmiştir.
Ancak bugün gelinen noktada ülkemizde sosyal güvenliğin çağdaş ve evrensel değerlerini kısmen barındıran hakların bile budandığı, kimisinin tümden ortadan kaldırıldığı, her açıdan bir güvencesizlik halinin yaşandığı zorlu bir dönemden geçiyoruz. Sadece ihraç edilenlerin değil tüm kamu emekçilerinin güvencesi tehdit altındadır. Örneğin sorgusuz, sualsiz, herhangi bir yargı süreci işletilmeden ihraç edilen yaklaşık 140 bin kamu emekçisi ve onların bakmakla yükümlü olduğu yakınlarının sosyal güvenlik ve sağlık hakkından yararlanmadığı ülkemizde hangi güvenceden bahsedeceğiz?
İhraç edilenler içerisinde engelli ihraç sayısının 2.000 kişiye yakın olduğu kamuoyuna yansımıştır. İhraç edilenlerin yüzde 23’ü ise kadındır.
Yargının siyasal iktidarın ihtiyaçlarına göre kararlar aldığı yönünde kamuoyunda neredeyse herkes hemfikirdir. Buna rağmen yargı mekanizmasını işletmeyen bir iktidar ile karşı karşıyayız. Yüzbinlerce kişiye doğrudan mahkemeye gitme yolu neden açılmamaktadır. Türkiye mahkemeleri mi yetersizdir yoksa mahkemeden kaçırılan bir idari işlem mi mevcuttur? Yargı yoluna gidilirse iktidarın haksız uygulaması olan ihraçlar açığa çıkacaktır. Bugün ihraçların işlerine iadesi nedeniyle 500 milyon tazminat ödenmiştir. İşe iadeler geciktikçe bu maliyet toplumun sırtına artarak yüklenecektir.
TÜİK verilerine göre Türkiye’de halen kayıt dışı yani sigortasız çalışma oranı 33,8. Kayıt dışılığın bu kadar yüksek olduğu bir ülkede gerçek anlamda bir sosyal güvenlik sisteminin oturtulduğundan bahsedilebilir mi? Bugün yüzbinlerce mülteci, emek alanında herhangi bir insani koşul öngörülmeden istihdam edilmektedir. Çocukların çalıştırılması sorunu günden güne artmaktadır. Mevsimlik işçilerin koşullarına dair bir iyileşme yoktur. İç göç ve OHAL’den dolayı dış göç bir sorun olarak gündemimizdedir. Son bir yılda milyonlarca yurttaşın yurtdışına gittiği ve 150 bine yakın yurttaşın dönüş yapmadığı resmi verilere yansımıştır.
Son kalkınma planında kayıtdışılık oranı hedefi % 30 iken an itibariyle artan ve % 34 bandında gerçekleşen bir kayıtdışılık söz konusudur. Yaklaşık 10 milyon vatandaşımız sigortasız ve güvencesiz olarak çalışıyor. 3,3 milyon ücretsiz olarak çalıştırılıyor. Ayrıca OHAL ilan edildikten sonra kayıtdışılık daha da arttı. Bir yılda işe girenlerin % 47’si sigortasız işlerde işe girmiştir. Çünkü yeni rejim neredeyse devletin tüm olanaklarını muhalif kesimlerin etkisizleştirilmesi, baskı altına alınması ve takip edilmesi üzerine kurmuş durumdadır.
İnsan onuruna yakışır bir iş imkânına ulaşmak, başta kadınlar ve gençler olmak üzere birçok nüfus kesimi için günden güne zorlaşmaktadır. Nicel anlamda eğitim imkânlarına daha çok ulaşabilen yurttaşların aldıkları eğitime uygun bir iş bulamama sorunu gün geçtikçe yoğunlaşmaktadır. Genç ve üniversiteli işsiz sayısı 1 milyonun üzerindedir. İş bulabilenler ise yoğun bir şekilde ücretsiz, kendi hesabına veya düşük ücretli işlerde uzun çalışma saatleri ile çalışmaktadır. Bugün işsiz hukukçu sayısı 20 bin bandını aşmıştır ve mühendisler gibi avukatlar da maalesef asgari ücret altında ücretlerle istihdam edilmektedir.
Türkiye’nin istihdam oranları AB ve OECD’ye göre çok düşüktür. Bu nedenle bağımlılık oranının halen çok yüksek olduğu görülmektedir. Özellikle kadın işgücüne katılma oranının çok düşük olması nedeniyle yıllardır bir kişinin çalışıp 4 kişiye baktığı düzen değişmemiştir. En son açıklanan 2018 yılı TÜİK işgücü piyasası verilerine göre işgücüne katılma oranı genel ortalamada % 54 iken kadınlarda bu oran 34,9’dur. Haliyle istihdam oranları daha da düşüktür.
İşsizlik oranları ise düzenli olarak artmaya devam ediyor. Eylül 2018 resmi işsizlik oranı 11,4 olarak gerçekleştiği iddia edilse de tıpkı gerçek enflasyon oranının daha yüksek olması gibi geniş tanımlı işsizlik oranının daha yüksek olduğunu biliyor, yaşıyoruz. Nitekim İŞKUR Eylül 2018 verileri işsizlikteki yükselişi gözler önüne seriyor. İŞKUR’a göre son bir yılda kayıtlı işsiz sayısı 558 bin arttı. Kayıtlı işsizler içinde kadınlar son bir yılda 371 bin artarak erkeklerin önüne geçti. Kayıtlı kadın işsiz sayısının erkeklerden 184 bin fazla olduğu görülmektedir. TÜİK’e göre işsiz sayılmayan ama aslında atıl işgücü olarak bekleyen 2,3 milyon yurttaş işsizlere dâhildir.
Bu süreç ne bir kader ne de kaçınılmaz bir sonuçtur. 16. yılını geriden bırakan AKP iktidarının sermayeyi ve rantı önceleyen, emek karşıtı neo liberal ekonomi politikaları ve milliyetçi, muhafazakâr, tekçi, otoriter siyasi programı ülkemizi bu noktaya getirmiştir. Sermaye için vergi cenneti, emek için ise cehennem gibi olan bu tablonun, AKP politikalarının sonucu olduğu bilinmelidir.
İktidarın çalışma yaşamında hayata geçirdiği dönüşümün temel özelliği yüzünün sermayeye sırtının ise bize yani emeğe, emekçilere dönük olmasıdır.
Bu dönüşüm kaçınılmaz olarak sosyal güvenlik alanını da kapsamış, IMF ve Dünya Bankası direktifleri ile gerçekleştirilen sosyal güvenlikteki dönüşümün yükü emekçi sınıfların, yoksullaştırılmış halkın sırtına yıkılmıştır.
1999 yılında çözüm adına sosyal devlet anlayışı adım adım terk edilmiş, emeklilik yaşını kadınlar için 58 ve erkekler için 60 yaşına çıkartan 4447 sayılı Kanun yürürlüğe girmiştir.
5510 sayılı Kanunu’nda 2008 yılında yaptıkları değişikliklerle emeklilik yaşı ve prim ödeme gün sayısı kademeli olarak artırıldı.
Yine, emekli maaşları yıllık bağlanma oranları kademli olarak düşürülerek, Emekli Sandığına bağlı kamu emekçilerinin emekli maaşı bağlama oranı %3 ten, 2008-2016 arası dönem için %2,5 ‘e, 2016 sonrası için ise %2’ e düşürülmüştür. Yani 2016 yılından sonra kamu emekçilerinin emekliliklerinde çalışırken aldıkları maaşın ancak yarısını alabilecekleri bir düzenleme yapılmıştır.
Bu durum son aylarda kamuoyunun büyük beklenti içerisinde olduğu emeklilikte yaşa takılanlar sorununu ortaya çıkarmıştır. İktidar kendi yarattığı sorunu en azından şu anda mağdur olanlar için çözüme kavuşturabilecekken Mecliste konuya ilişkin gündeme gelen yasa tasarısını ret etmiştir.
Emekli maaşlarının yıllık bağlanma oranlarının düşürülmesi nedeniyle 1000 liranın altında maaş alan yaklaşık 150 bin emekli açlıktan ölmeme mücadelesi veriyor. İktidar defalarca söz vermesine rağmen maaşları 1000 liranın üzerine yükseltmedi. İktidar %25’lere varan enflasyon nedeniyle “Bakın enflasyon sayesinde maaşlarınız yükseldi” derse şaşırmayacağız! Yüz günlük programlar kapsamında 1.000 lira altında maaş alan emekliler sorununun çözüleceği söyleniyor. Zaten enflasyon oranındaki artışlarla bin lirayı geçmesi gerekiyor. Ancak 1000 lira alması sorunu çözmüyor. 1000 lira ile nasıl geçineceği sorusu hala cevabını bekliyor!
Sosyal güvenlikte hâkim anlayış, bütçeden kaynak aktarmaksızın kayıtlı kesim üzerinden sağlanan kaynakla yönetimin sağlanması üzerine kurulmuştur Bunun için Türkiye’de baştan aşağıya yeniden yapılandırılan sosyal güvenlik kurumlarının vermesi gereken hizmetler, özel sigorta şirketlerine yönlendirilmiştir.
Devletin bu alandan yavaş yavaş çekilmesiyle sosyal güvenlik büyük ölçüde “piyasaya” terk ediliştir. 2006 yılında katılımcı sayısı 1 milyon olan Bireysel Emeklilik Sistemine (BES) katılımın zorunlu hale getirilmesiyle 7 milyon vatandaşımızın dahil olduğu tahmin edilmektedir. Cayma hakkı süresinin artırılmak istenmesi sistemin bir dayatma olduğunu ve sermayeye can simdi olarak kullanıldığını kanıtlamaktadır.
Aynı paralelde ülkemizde “sağlıkta dönüşüm” programının bir ürünü olarak ortaya çıkan Kamu Hastane Birlikleri hastanelerin bir ticarethaneye dönüştürülmesini sağlarken, şehir hastaneleri projeleriyle sağlığımız sağlık tekellerinin insafına terk edilmiş, hastaneler şirkete dönüştürülmüştür. Şehir dışına taşınan hastaneler AVM mantığıyla işletilirken hastalar ve sağlık emekçileri ne kadar kar getireceklerine göre değerlendirilmektedir.
Sosyal güvenlik alanından o kadar çok değişiklik yapılmıştır ki, bunları 5 -10 dakikalık bir konuşmaya sığdırmak imkânsızdır. O yüzden bazı temel konulara odaklanarak konuşmamı tamamlamak istiyorum.
Bilindiği üzere 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’un 188. Maddesinde “kaza ve mesleki hastalık halleri” tanımlanmaktadır. Ancak mağdur olanlar haklarını kanunun çıktığı günden bugüne alamamaktadır. İşveren yani devlet kamu emekçileri için özel sigorta yasası çıkarmadığı ve adlarına prim ödemediği için iş kazası geçirdiklerinde “kaza”, meslek hastalığı geçirdiklerinde ise “hastalık” olarak kabul edilmektedirler.
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanununda ise kamu emekçileri Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınmıştır. Ancak iş kazası ve meslek hastalığı sigortası kapsamına alınmamıştır. Bu nedenle kamu emekçilerinin sosyal güvenlik sisteminde de “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası hakkı” bulunmamaktadır. SSGSS Kanunu gereğince; çalışanlar ve devlet emekliliğe esas aylık tutar üzerinden kısa ve uzun vadeli sigorta primi ödemektedir. Ancak, tüm sigortalılar için işveren olan adına devlet tarafından ödenmesi gereken, iş riskine göre değişen oranlardaki (%1–6,5) “iş kazası ve meslek hastalığı primi” kamu emekçileri adına ödenmemektedir. Özetle Devlet kamu emekçilerinin sağlığı ve güvenliği üzerinden tasarruf(!) etmektedir.
Artık zorunlu GSS sisteminin prim borçları nedeniyle çöktüğü yürümediği görülmelidir. İddia edildiği gibi herkesi değil, parası olanı kapsam altına almış, parası olmayanı borçlandırmıştır; en yoksullar, en sağlıksız kesimi sağlık sistemi dışına itmiştir.
Öte yandan genç nüfusta işsizlik oranının % 20.7’ye yükseldiği, kayıt dışı istihdam oranının % 34’lerde olduğu bir ülkede sosyal güvenlik şemsiyesinin genişlediğini iddia etmek zaten mümkün değildir.
Ne yazık ki bugün bütçeden aktarılan sınırlı kaynağın yurttaşların ihtiyaçları için kullanılması amacından gittikçe uzaklaşılan bir tablo ile karşı karşıyayız.
Siyasi iktidarlar ne zaman sermayeye sınırsız ve denetimsiz kaynak aktarmak isterlerse ya mevcut fonlardan ya da yeni fonlar kurarak vatandaşlardan topladıklarını aktarırlar. İşsizlik fonunda yaşananlar bu gerçeği çarpıcı şekilde gözler önüne sermektedir.
Bakınız bu yılın ilk sekiz ayında toplam 13 milyar 680 milyon liralık İşsizlik Sigortası Fonu giderlerinin yüzde 43’ü işverenlere yapılan teşvik ve desteklere aktarılırken sadece yüzde 28’i aktif işgücü ve iş başı eğitim programları için kullanılmıştır. İşsizlerin ödenek olarak aldıkları miktar ise yüzde 27 seviyesinde kalmıştır. Eğitim programlarına aktarıldığı ifade edilen paraların nasıl kullanıldığı da muammasını koruyor. Toplum Yararına Program (TYP) adındaki program için bugüne kadar 20 milyara yakın bir harcama yapıldığı ifade ediliyor. Ancak ortada ne kalıcı bir istihdam ne de mesleki eğitim var! Çünkü TYP’lerin belirlenmesinde ve işletilen süreçte herhangi bir şeffaflık yok. Noter çekilişi denilen listelerin nasıl belirlendiği de belli değildir.
GAP’a aktarıldığı söylenen 11,5 milyar lira 6 yıldır hala fona iade edilmedi. Fonu istediği gibi kullanan, hesap vermeyen, açıklama yapmayan bir iktidar ile karşı karşıyayız.
OHAL sürecini emekçiler aleyhine kullanmakla övünen Cumhurbaşkanı bu yılın Ağustos ayında çıkardığı kararname ile İşsizlik Sigortası Fonu’nu, tek hesap adı altında Hazine’ye devretmiştir Bu durum kısa süre sonra açığa çıktı. Meğer fondan 11 milyar TL üç kamu bankasına aktarılmış! Gelinen aşamada bütçe dışı bir fon olması gerekirken bütçe giderlerinin önemli bir kısmı işsizlik fonundan karşılanmaya başlanmıştır. Vergi, ücret ve prim teşvikleri doğrudan ve dolaylı olarak işçilerin parasından ödenmektedir.
Sosyal Güvenlik Sisteminde dönüşüm kapsamında sağlık harcamalarındaki artış, bir başarı öyküsü olarak kamuoyuna sunulmaktadır. Ancak bu harcamaların en büyük kaleminin ilaç şirketlerine, özel hastanelere, taşeron şirketlere yapıldığı bilinmektedir.
Koruyucu sağlık hizmetlerine ve halk sağlığına yönelik politikaların rafa kaldırıldığı “sağlıkta dönüşüm” sürecinde, sağlık harcamalarındaki artış, daha maliyetli olan tedavi edici sağlık hizmetlerine aktarılmaktadır. Tedavinin her aşamasında cepten ödemenin önü açılmış, sağlık hak olmaktan tamamen çıkarılmış, “satın alınan bir hizmete” dönüştürülmüştür.
Sağlığın piyasalaştırılması sürecinin bir diğer ayağı da kuşkusuz sağlık emekçilerinin güvencesizleştirilmesidir. Sadece güvencesizleştirme değil dönüşüm programları sonrasında sağlık emekçilerine yönelik şiddet de vahim düzeyde artış göstermiştir.
KESK olarak sosyal güvenlik ile ilgili temel taleplerimizi sıralayarak sözlerime son vermek istiyorum.
- Kamusal bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi kurulmalıdır. Bunun için SSGSS yasası iptal edilmeli, uygulamaları derhal durdurulmalıdır.
- SSGSS yasası yerine sosyal, dayanışma esaslı bir sosyal güvenlik yasası çıkarılmalı, emeklilik yaşı, prim gün sayısı azaltılmalıdır. Güncel olarak da Emeklilikte Yaşa Takılanlar sorunu derhal çözülmelidir.
- Sosyal güvenlik kurumlarının finansman açıklarının bedeli yoksul halk kesimlerine ödettirilmemelidir. Burada yapılması gereken, sermayenin vergilendirilmesi, işsiz ve yoksul kalan yığınlara yurttaşlık gelirinin sağlanmasıdır.
- İşsizler ve yoksullar başta olmak üzere temel insani gereksinimler ücretsiz karşılanmalı, sağlığı etkileyen tüm toplumsal koşullar iyileştirilmeli; beslenme, barınma, hijyenik su, eğitim, sağlık vb. haklar ücretsiz sağlanmalıdır.
- Kayıt dışı çalışma mutlaka engellenmeli, tüm çalışanlar derhal sağlık ve sosyal güvenlik kapsamına alınmalıdır. Kayıt dışı istihdamı izleme ve önleme mekanizması etkinleştirilmeli, kayıt dışılığın nedenleri incelenerek nedenlere göre çözümler sunulmalıdır.
- Genel Sağlık Sigortası yerine sağlık hizmetleri vergilerden finanse edilmeli, kamudan özele kaynak aktarımı durdurulmalıdır. İlaç, muayene ve benzeri katılım payları uygulaması durdurulmalıdır.
- Özel sektör teşvikleri durdurulmalı, kamusal kaynaklar sağlık alanındaki kamusal yatırımlara yönlendirilmeli ve kamulaştırma esas alınmalıdır.
- Aile hekimliği uygulamalarından vazgeçilmeli, yerine koruyucu sağlık hizmetlerini önceleyen kent örgütlenmesi güçlendirilmiş birinci basamak yaratılmalı, hizmetin hiçbir aşamasında ücret talep edilmemelidir.
- Aşı ve ilaçta küresel tekellere bağımlılık azaltılmalı, toplumsal ihtiyaçlara uygun, bilimsel yatırımlar yapılmalıdır.
- Sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin parçalı, esnek, güvencesiz, kadrosuz, farklı statülerde istihdamına son verilmeli, kadrolu güvenceli çalışma sağlanmalıdır.
- Ücret adaletsizliği giderilmeli, ek ödemeler temel ücrete yansıtılmalıdır.
- İşgücü piyasasında eril ve cinsiyetçi zihniyeti gerileten bir yaklaşım esas alınmalı, kadın emeğinin önündeki engellerin kaldırılmalı, bu konudaki ayrımcılığın yaptırıma tabi tutulması sağlanmalıdır.
- Kalkınma planları başta olmak üzere hazırlanan plan, program ve stratejilerinin reel duruma uygun ve kendi içlerinde bağlantılı, tutarlı ve geçerli olması sağlanmalıdır.
- Bireysel emeklilik adı altında yapılan zorunlu kesintiler derhal durdurulmalıdır.
- Kiralık işçilik derhal yasaklanmalıdır. Özel istihdam büroları kapatılmalıdır..
- Asgari ücret net olarak 2800 lira olmalı ve vergiden muaf tutulmalıdır.
- İşsizlik sigortası fonunun işsizlik ödeneği dışındaki başta TYP olmak üzere diğer kullanımları durdurulmalıdır.
- Kamuda güvencesiz, geçici ve kuralsız istihdam alanları olan TYP, Taşeron, Sözleşmeli ve ücretli çalışma şekilleri sonlandırılmalıdır.
- İhraç işlemleri derhal kaldırılmalıdır. Herhangi bir suç işlediği yargı kararıyla sabit olmayan tüm kamu emekçileri işlerine döndürülmelidir.
KESK olarak işçilerin, kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını ve geleceğini olumsuz etkileyecek her adımın, “reform” adı altında başta iş güvencemiz olmak üzere haklarımızın tasfiye edilmesinin karşısında olmaya devam edeceğimizin bilinmesini istiyor, hepinize tekrar saygılar sunuyorum.